Namazı zayi etmek

Namazı zayi etmek

Köylerim'de Ramazan 18. Gün. Ramazan' ın 18. gününde Namazı zayi etmek konusuna göz atıp, Namazda tadil-i erkânın hükmü nedir? sorusuna cevap arıyoruz.

NAMAZI ZAYİ ETMEK  

Yüce Rabbimiz, Meryem Suresi’nde Hz. İdris, Nûh, İbrahim, İsmail, İshak, Yakup, Musa, Harun,  Zekeriyya, Yahya ve İsa Peygamberlerin tevhid mücadelesini bir bir zikreder. Ardından bu peygamberlerden sonra gelen topluluğun, içine düştüğü kötülüğü bir âyet-i kerimede şöyle haber verir: “O peygamberlerden sonra bir nesil geldi. Ve onlar, namazı kaybettiler. Namazı zayi ettiler ve kötü arzularına uydular. Heva ve heveslerine tabi oldular. Onlar bu tutumlarından ötürü elim bir azaba çarptırılacaklardır.” (Meryem 19/59.)

Bu âyete göre bir müminin yeryüzündeki en büyük kayıplarından biri namazı kaybetmektir; namazı zayi etmektir. Zira namaz, Rabbimize teslimiyet ve kulluğumuzun en özel ve en güzel tezahürlerinden biridir. Namaz, huzura varmaktır. Huzura durmaktır. Huzuru bulmaktır. Mümin için özlemle beklenen bir vuslattır namaz. Günde beş defa Rabbimizle buluşmaktır. Bu buluşmanın başlangıcında Allah’ın büyüklüğünün tasdiki olan “Allahu Ekber” ifadesi, yani iftitah tekbiri vardır. Ellerin kulak hizasına götürülmesi, Allah’ın rızasına mâni olan, dünyaya ait ne varsa arkaya atıldığının ifadesidir. Kıyam, sadece Allah’a yönelişin ve istikamet üzere duruşun simgesidir. Kıraat, kendi âyetleriyle Rabbimize gönülden niyazımızdır. Rükû ve secde, Allah’a kulluğun zirvesine çıkmaktır. Selam, hem kendimiz hem de omuz omuza, gönül gönüle verdiğimiz kardeşlerimiz için esenlik ve huzur dilemektir.  

Kerim Kitabımızda namazın sevdalısı olan müminler ne kadar övgüye layık görülmekteyse namazı kaybedenler, namazı zayi edenler de o kadar yerilmektedir. Namazlarının hakkını verip yücelenler ne kadar rahmetle müjdelenmekteyse, kendini bu büyük nimetten mahrum bırakanlar da o kadar uyarılmaktadır. Namazlarıyla övgü, müjde ve rahmete mazhar olanlar,  namazın müdavimi müminlerdir.  Namazın ruhuna, özüne, mesajlarına riayet edenlerdir. Namazlarını Allah’ın bir lütfu görenlerdir. Namazı miraç bilenlerdir. “Namaz, kendisini kılmaya devam eden kimse için kıyamet gününde nur, delil ve kurtuluş beratı olur.” (İbn Hanbel, II, 169.)  hadisinin şuuruna erenlerdir.

Kur’an-ı Kerim’de bir de namaz kıldığı halde tenkit edilenler vardır. Onlar, namazlarında gevşeklik gösterenlerdir. Namazlarının, kendilerini kötülükten alıkoymadığı kimselerdir. Namazlarını şuurla, samimiyetle kılmayanlardır. Namazlarına riya ve gösteriş karıştıranlardır.   Yani huşu içerisinde kılmadıkları için namazın kendilerine zor geldiği kişilerdir. Namazın bir külfet değil, bir nimet olduğu bilincinden yoksun olanlardır.   

Yüce Kitabımız, namazın güzelliklerinden kendisini yoksun bırakanları haber verirken münafıklar ve inkarcılardan söz etmektedir. Onlar, namazdan yüz çevirenlerdir. Namaz kılmakta tembellik edenlerdir. Hatta onlar, namazı istismar etmekten çekinmeyenlerdir. Yani namaza davet edildiklerinde onunla alay edenlerdir. Dinin sembollerini hafife alanlardır.    

Biz namazı muhafaza ettiğimiz sürece namaz da bizi muhafaza eder. Biz namazı koruduğumuz sürece namaz da bizi korur. Namaz, bizlerden asla cömertliğini esirgemez. Yeter ki bizler kendimizi namazdan esirgemeyelim. Namaz, bizleri yüceltmekten asla geri durmaz. Yeter ki bizler namazımızı samimiyetimizle yüceltelim. Namaz bizlerden asla uzaklaşmaz, bizleri Rabbimize yakınlıktan mahrum bırakmaz. Yeter ki bizler namazdan uzak durmayalım. Bütün bunlara rağmen bugün bizler, hayatın akışına kendimizi öylesine kaptırıyoruz ki; namazlarımızı ya vaktinde eda edemiyoruz ya da terk ediyoruz. Oysa Peygamberimiz (s.a.s), namazın en faziletlisinin vaktinde kılınan namaz olduğunu belirtiyordu. Güzide müezzinine “Kalk Ya Bilal! Bizi namazla ferahlat!” (Ebû Davud, Edeb, 78.) buyurarak hayatın yoğunluğunu namazla hafifletiyordu. Yorgunluğunu namazla gideriyordu. Namazla huzur buluyordu.  Değerli Okuyucularım! Öyleyse geliniz. Hep birlikte kendimize şu soruları soralım: Biz namazlarımıza, namazlarımız da bize sahip çıkıyor mu? Geciktirdiğimiz, geçiştirdiğimiz namazlarımızın nedameti, yüreğimizi sızlatıyor mu? Namazlarımız, bizi Rabbimize bağlayan vuslat ve muhabbet köprüsü mü? Niyetimiz, bizi Rabbimiz ve insanlar nezdinde yücelten ahlakımızın vazgeçilmez bir misakı mı? Kötülüklere karşı bizleri koruyan bir kalkan mı namazlarımız?  Şu mübarek Ramazan günü hürmetine Yüce Rabbimiz, bizleri namazlarıyla yücelenlerden eylesin. Bizleri namazlarıyla arınan, rızasına ulaşan, ebedi nimetlerine kavuşanlardan kılsın.

Geceyi Secdesiyle Aydınlatan Sahabi: Abdullah b. Ömer (r.a.)

Gecenin heybesi açılıp da içinden irili ufaklı milyonlarca yıldız döküldüğünde, çölün gizemi bir kat daha artardı. Gecenin ilerleyen saatlerinde gündüzün yakıcı sıcağından eser kalmaz, ürperten bir serinlik her tarafı kaplardı. Hele bir de dolunay varsa ayın sessiz dokunuşlarından şavkının vurduğu her bir nesne cömertçe payını alırdı. Tam da o vakitlerde çöldeki her şeyin üzerini biraz aydınlık, biraz serinlik, çokça da sessizlik örterdi. Kıl çadırlar, uyuyan kervanlar, kerpiç duvarlar, bereketli hurmalıklar, her biri eşit şekilde bunlardan nasiplenirdi. Ancak hasır bir şilte üzerinde, hurma dalları altında uzanan esmer genç, gecenin bu şöleninden habersiz, yüzüne vuran dolunayın güzelliğini de üzerine düşen yaprakların gölgesini de umursamaz bir şekilde uyuyordu. Zaman zaman dudakları kıpırdıyor bazen de karanlıkta açılıp kapanan parmakları bir şeyi tutmak istercesine uzanıyordu. Alnındaki terle derin derin nefes alıp veren gencin, içinde olup da neden orada olduğunu bir türlü anlayamadığı, bununla birlikte bir an evvel oradan kurtulması gerektiği hissi veren rüyalardan birini gördüğü her halinden belliydi. Vücudunu içten içe saran telaşla beraber anlamsız yanılsamalar, kararsızlıklar, amansız soru yumakları, kaçmak istemek, kaçamamak ve daha nicesi uyanana dek toy genci esir almıştı. Bu esaret, onun o kara gözlerini kerpiç odacığın tavanındaki hurma dallarına dikip derin bir oh çekmesiyle sona erdi. Bir müddet oturdu mütevazı yatağında, kendisine gelmesi zaman aldı. Sonra söylenmeye başladı, “Resûlullah’a (s.a.v.) gelip de inceden inceye rüyasını anlatan herkesi kıskanırsan olacağı buydu elbet, dedi, işte sen de yordurulacak bir rüya gördün nihayet!” Hakikaten de içine yer eden Peygamber’e rüya tabi ettirme arzusunu uyumadan evvel yinelemiş ve “Allah’ım, eğer ben iyi biriysem, bana öyle bir rüya göster ki Resûlullah benim için onu tabir etsin!” diyerek uykuya dalıvermişti. Şimdi hemen, etkisini hala üzerinde hissettiği rüyasını Nebî’ye (s.a.v.) anlatmanın bir yolunu bulmalıydı. Ümitle korku arasında, biraz çekinerek çokça da merak ederek mescidin yanı başındaki ablası Hafsa’nın kapısını çaldı genç Abdullah.

Evet adı Abdullah’tı. Peygamberin hanımı Hafsa’nın sevgili kardeşi, Ömer b. Hattab’ın da oğlu idi. Abdullah, heybetli babası Ömer’in evine tercih etmişti ablasının yanı başındaki mescidin suffesini. Aslında burayı tercih sebebi ne çok sevdiği ablası Hafsa’ya yakınlık arzusu ne de diğer talebe arkadaşlarıyla birlikte suffeyi paylaşma isteği idi. Hepsinden önemlisi hâne-i saâdetin yanı başında bulunup nerdeyse yaşama gayesi haline getirdiği peygamberine yakın olma, onu izleme ve onunla geçen vakitleri artırma arzusu idi. Gördüğünü çok iyi görmek, işittiğini çok iyi işitmek, ona dair yanlış bir nakil veya davranışla karşılaştığında hemen düzeltmek vazifesiydi adeta Abdullah’ın. Her daim uyanık bir avcı gibi ona dair her bir ayrıntıya hâkim olmaktı derdi. Bu yüzden Medine mescidindeki suffede kalır, diğer sahabi arkadaşları gibi ilimle meşgul olur, gençliğinin her bir anını ya bir ayeti ya da bir hadisi hayatına nakşetmekle geçirirdi. Sevgili Peygamberi gibi namaz kılmak, onun gibi abdest almak, onun giydiği terlikten giymek, onun sevdiği rengi sevmek, onun cümlelerini kelime kelime hıfzetmek, onun yürüdüğü yollarda yürüyüp, konakladığı yerlerde izini sürmek yegâne meşgalesiydi Abdullah’ın. Kendisine herhangi bir konuda neden bunu böyle yaptığı sorulduğunda cevabı her daim hazırdı: “Resûlullah’ı böyle yaparken gördüğüm için ben de böyle yaptım.”

Herkesin malumuydu onun Allah Resûlü’ne olan bu düşkünlüğü. Hafsa da kardeşi Abdullah’ı bir sabah karşısında gördüğünde şaşırmadı zira onun hâne-i saâdeti, dolayısıyla Allah Resûlü’nü sık sık ziyarete geldiğini bilirdi. Ancak bu seferki telaşı gözünden kaçmamıştı. Kardeşinin merak içerisinde anlattığı rüyasını ilgiyle dinledi. Abdullah, karşısına çıkan iki meleği, kendisini cehennemin kıyısına kadar götürmelerini, orada gördüğü tanıdık yüzleri, bu sırada yaşadığı korkuyu, meleklerin kendisine “Korkma!” diyerek teskin edişlerini, hepsini bir bir hiçbir ayrıntıyı atlamadan ablasına nakletti. Daha sonra bu rüyayı Resûlullah’a anlatan Hafsa, kardeşi için ondan şu yorumu işitti: “Abdullah ne iyi insan! (Bir de) geceleri namaz kılsa!” (Buhârî, Ta’bîr, 35, 36; Müslim, Fedâil, 140)

Rüyasının tabirini ablasından öğrenen Abdullah, bu mübarek sözleri işitir de hiç boş durur mu? Gündüzünün yanında gecesini de Allah Resûlü’nün tavsiyelerine uymakla geçirecekti bundan böyle…

O günden sonra çöl gecelerinde her şeyin üzerini biraz aydınlık, biraz serinlik, çokça da sessizlik örtmeye devam etti. Kıl çadırlar, uyuyan kervanlar, kerpiç duvarlar, bereketli hurmalıklarla birlikte Abdullah’ın secdesi de bunlardan payını aldı. Abdullah, gecelerini artık secdeleriyle aydınlatıyordu.

Diyanet Aylık dergi 2013

AYET-İ KERİME MEALİ

“Onlar ki, namazlarında derin saygı içindedirler.” Müminun 23/2.

HADİS-İ ŞERİF MEALİ

“(Vail b. Hucr:) Rasulullah (s.a.s)’i secde ederken gördüm. Secde ettiği zaman iki dizini ellerinden önce yere kor, kalktığı zaman ellerini dizlerinden önce kaldırırdı.”  
Ebû Dâvûd, Salât 141; Nesâî, Salât 38; İbn Mâce, İkametü’s-Salât 19.


İLMÎHAL SORUSU VE CEVABI

Namazda tadil-i erkânın hükmü nedir?

Ta’dil-i erkân, namazın rükünlerini düzgün, yerli yerinde ve düzenli yapmak demektir. Ta’dil-i erkâna yakın anlamda kullanılan “tuma’nine” kelimesi, yapılmakta olan rüküne hakkının verildiğine kanaat getirilmesi ve yapılan işin içe sinmesi halini ifade eder ki ta’dil-i erkâna riayetin sonucudur. Ta’dil-i erkân özellikle rükûda, kavmede (rükudan kalktıktan sonraki duruşta), secdede ve celsede (iki secde arasındaki oturuşta) söz konusu olur. Hanefi mezhebindeki kuvvetli görüşe göre, sayılan dört yerde ta’dil-i erkân vaciptir. Diğer bazı mezheplere ve Hanefilerden de İmam Ebu Yusuf’a göre ise ta’dil-i erkân farzdır (Merğinani, el-Hidaye, I, 53; İbn-i Abidin, Reddü’l-muhtar, II, 157-158; ).

GÜNÜN DUASI

Allah’ım! Beni dinimde sabit kıl, mizanda sevaplarımın ağır gelmesini nasip eyle, imanımı gerçek eyle, derecelerimi yükselt, namazımı kabul eyle, günahımı bağışla. (Hâkim, De’avât, No:1911)

BU İÇERİĞE EMOJİYLE TEPKİ VER!
0
0
0
0
0
0
0
👏
👎
😍
😥
😱
😂
😡

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.